Erdal Eren... Kenan Evren'in asmayalım da besleyelim mi dediği Erdal! 17 yaşında olmasına rağmen "ibreti alem olsun diye" asabilmek için yaşını büyüttükleri Erdal. Ömrü billah "deli kadın" diye yaftaladıkları cânım Aysel Gürel'in son bakışından bahsettiği çocuğun gözlerini gördünüz mü?
"Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş bedenine borçluyuz bu nedenle her savaş bir iç savaştır, her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar ve savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: peki, ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?" demiş Cesare Pavese...
Bugün Erdal Eren'in ölüm yıl dönümü. 2 hafta sonra onu asanların müebbet cezası alacakları duruşma varmış... Müebbet bile şu an dünyanın en acısız ezasız en masum kelimesi. Ebediyete kadar demek ya hani. Yine de içinde bir canlılık bir hayatta kalma barındırıyor ya o yüzden nasıl mutlu! Oysa ölen öldü! Tek bir nefesini geri verecek mi müebbet yatsalar yaşasalar nefes almaya devam etseler bir odada? Toprağın altındaki tek bir günlüğüne de olsa dirilecek mi? Bir gün barış gelse bile ölenler geri gelmeyecek. O taşlara tırmanarak tepelere diktiğiniz o lanet bayraklarınızın öyle yüksek görünmesinin sebebi ne biliyor musunuz? Üstüne basarak çiğnediğiniz cesetlerin istifi! Siz o muasır medeniyet seviyelerine cesetler üstünde, ölenlerin ardında kalanların bağırlarına bastıkları taşlar üzerinde yükseldiniz. O bayrakları siz cesetlerin üzerine tırmana tırmana diktiniz! Madalyalarınız birer teneke parçası! Şehitlik palavranız yalan! Bayrağınız kan rengi yamalı! Biz hayatta kalanlar ölüleri diriltemediğimiz müddetçe birer yara yama leke pas ve kirden ibaretiz! Hepsi bu.
Motordan indim, arkadaşımı aradım. Boşver Kambur'un Bahçesi'ni ben Karaköy'e yürüyorum yok Karabatak'a gelme köprüye yürüyorum oraya gel dedim niye diye sormadı. Vardığımda herkesin yüzüne dikkatle bakmaya başladım gizli kamera bile aradı gözlerim istemsiz etrafı kolaçan ettim. Yok. Sanki iki dakika önce buradaydılar da yetişemedim geç kaldım hissiyatıyla üzüldüm.
Altı üstü bir "oyun", üstelik incecik... 'O hoo! Ben bunu sinek dağlarında vızlatırım, biraz otobüs, biraz Beşiktaş motoru derken biter' dedim. Öyle de oldu ama yakamı bırakmadı. Bitince bitmiyormuş! Bir kere okumakla paçayı kurtaramayacağım türden bir kitapla karşı karşıyayım dedim kendime. Tekrar okudum sonraki gün tekrar, sonra tekrar...Metin türüne sadık kalarak öyle bir kumpas kuruyor öyle bir kündeye getiriyor ki yerde iki seksen buluyorsunuz kendinizi. Ne oluyor demeye kalmadan bakıyorsunuz elini uzatıyor öyle tekinsiz bir el ki dost mu düşman mı belirsiz, akıllı mı deli mi muamma... Çaresiz tuttum uzanan eli hop okkalı bi şamar! Bir daha yeri gördüm. Fena da olmadı bazen toparlanmanız için birinin karşınıza geçip aslında ağzınızı burnunuzu dağıtması gerekiyor. Hele ki yazmaya yeltendiyseniz şimdiden söyleyeyim ev sahibesinin döşeği sert! Her ne ise gönül verdiğiniz karşısında diz çökmeden dize getiremeyeceğinizi salık verecek kadar sert! Merhametin başka türlüsüne alışkın olmayanlar için zorlu bir imtihan!
Sema Kaygusuz'un yeni kitabı Sultan ve Şair'den bahsediyorum. Türüksüz kafiyesiz ezbersiz sıfatsız hakiki bir metindi. Ekmeğe sür ye öyle bir kitap. Reçel değil ama olsa olsa muhammara! Ben mızrağı aramaya gidiyorum dönmezsem meraklanmayın beklemeyin uyuyun siz. Ne de olsa önünde sonunda bir gün biri ne kaybettiğini hatırlayıp tatlı uykunuzdan uyandıracak ve size o soruyu soracak. Yahut siz hatırlayacaksınız bir zamanlar kimde neyi unuttuğunuzu... Her halükarda vay halinize!
Not: Gözümü kapattığımda James Gandolfini'nin Şair'i, Jean Dujardin' in de Sultan'ı oynadığını hayal ettim bir an... Neticede herkesi şairi de sultanı da kendine!
Komşular ihbarda bulunuyorum! Bu dizi her türlü ahlaka mugayir olayın vuku bulduğu
çok afedersiniz bir yahudinin, bir zencinin, bir tanrıtanımazın ve bir kadının aynı çatı altında "kızlı erkekli" yaşadığı aşırı eğlenceli aşırı tatlı bir dizidir.
Kızlı erkekli toplaşıp izlemenizi öneriyorum. İyi seyirler
“Bir hasta yatmıştı. Dosyasında, çıplak bir şekilde E-5'i trafiğe kapattığı için polis tarafından getirildiği notu vardı. Neden yaptığını sorduğumda, ‘ceketkaplumbağaseykobeşezdiler’ dedi manisinin verdiği hızla, tek kelimeymiş gibi... Sonradan anladım ki, bir kaplumbağanın ezildiğini görünce sinirlenmiş, yolun ortasına dikilmiş; ama insanlar sağından solundan geçmeyi sürdürünce, soyunup giysilerini ve saatini (Seiko 5) koyarak yolu kesmeye çalışmış ama onları da ezerek geçmişler.” Bakırköy Akıl Hastanesinin Gizli Tarihi 2009 Okuyan us yayınları
Yıllar önce bir albüm almıştım. 9 da 9'du adı. İçinde bu aralar Mehmet Erdem'in yeniden seslendirdiği bir Fatih Erdemci şarkısı vardı. "Ben ölmeden önce". Ne güzel sesli insanlar vardı albümde. O albümde dinlemiştim Ece Ülker'i de ilk kez. Yıllar sonra izini sürünce Süreyya Berfe'nin "Hepsi o kadar" şiirini de bestelediğini öğrendim. Berfe, şiirin sonunda diyor ki: "Ey uğursuz yolculuklar, ey yıldızsız Samanyolu! Bir daha hiç olmayacaksınız çünkü yarım ve yaralı kalan bir akşam, yemin etmiyorum ama en az günlerce, günlerce kanar. Gidilir, gelinse de gidildiği gibi değildir. Hepsi o kadar."
Argo konuşmak istemiyorum ama bir şiiri okur okumaz bi has..tir diyorsanız, o şiir has şiirdir! Süreyya Berfe has şiirleri olan sağlam bir şair. "Sümerlerden bu yana şiir yazılıyormuş, bakıyorum dünyanın haline, yazılmasa da olurmuş." diyecek kadar sağlam!
Yeni tanıyor olmam benim terbiyesizliğim. Allah beni bildiği gibi yapsın! Bu arada soyadı gerçek soyadı değilmiş. (gerçek ne demekse!) Değiştirmiş. Cemal Süreya vermiş soyadını Süreyya Berfe'ye. Hikayesi de pek güzel, pek samimi. Nihat Hatipoğlu gibi masal anlatır tarzda (sonra peygamber ayakkabılarını çıkardı başını eğdi o arada odaya bir kedi girdi resulallah gözünü indirip ya Ayşe dedi gibi) anlatmak istemiyorum çünkü orada değildim ama Cemal Süreya oradaymış ve anlatmış. Ben de anlatanın yalancısıyım.
“Süreyya’nın soyadı Kanıpak’tı. 1966 yılları. ben Papirüs’ü çıkarıyorum. Süreyya’da derginin dağıtımını yapardı. Altunizade’de futbol maçı yapardık. Sanatçılarla tiyatrocular. İlk vuruşu Gülriz Sururi yaptı. Orhan kemal gol atardı. O günlerden bir gün Süreyya, soyadının değiştirilmesini istedi. Kanıpak soyadı ırkçı gibi geliyordu, sevmiyordu. bir maçtan sonra, yirmi kişi, Salacak aile gazinosu vardı oraya gittik. yedik, içtik, Süreyya’ya soyadı aradık. Ahmed Arif, çocuğun olursa adını Berfe koy demişti bana. Berfe, Asya’da kar beyazlığı demek. Bu arada herkes matrağına bir şey öneriyor, şenşiiir olsun diyor mesela. en sonunda Berfe olsun deyince, Süreyya çok sevdi, Berfe oldu.” Çok güzel şiirleri var. Ben yeminimi bozup yeniden şiir kitapları almaya karar verdim. Okumayıp da ne etcez be annem! Okumaz mı insan?
Bu da Ece Ülker'in o güzelim sesiyle gövdelenmiş Süreyya Berfe'nin cânım "hepsi o kadar" şiirinin şarkısı...
i'm just walking with a ghost and he's still walking by my side my soul is dancing on my cheek i don't know where the exit is everyday is still the same and i don't know what to do i'm carrying my tears in a plastic bag and it's the only thing ı got from you...
C’est l’histoire d’un mec qui tombe d’un immeuble de 50 étages. Le mec, au fur et à mesurede sa chute, il se répète sans cesse pour se rassurer : Jusqu’ici tout va bien... Jusqu’ici tout va bien... Jusqu’ici tout va bien... Mais l’important, c’est pas la chute. C’est l’atterrissage.
ıslak bir otomobil sabah karanlığında seni kaybedilmiş bir oyuna iletirken inadın nagant gibi koltuğunun altında oynamakta direnmek ne demek düşündün mü? en hızlı manşetlerin en gergin saatında tırmandığın ipin nereden çürüdüğünü ne gün kopacağını kestiremeden inadın nagant gibi koltuğunun altında tırmanmakta direnmek ne demek düşündün mü?
ya sırtlan dişleri kontes ağızlarında en kral öpüşmeyle gelen ya çakal salyası bulaştığın her kadın ayrıca kirletirken sevişmekte direnmek ne demek düşündün mü? bu çabuk değişen deliler borsasında tanrının simsiyah yeryüzüne tükürdüğü karşılıksız adamlar her gece yarısı deprem gürültüleriyle ansızın yıkılırken inadın nagant gibi koltuğunun altında yaşamakta direnmek ne demek düşündün mü?
Geçen hafta Yiğit'i okula bıraktıktan sonra çoğu zaman olduğu gibi yine mahallenin eskici- sahafı Ahmet Abi'ye uğradıım. Ahmet Abi yalnızca iki liraya süper kitaplar satar.
Dükkanında daha önce okuduğum ama ne hikmetse kitaplığımdan uçup giden kitaplarımın çoğunu bulup aldım.
Fotoğraftaki kitaplara (ki birine kitap dersem ağzım yamulur) 20 lira vermişliğim var. Hepsine! Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu dahil!
Madde 22, Üç aynalı kırk oda, Kramer
Kramer'e karşı, Eski Bahçe, Dinle küçük adam... Kaybolan kitaplarımın
hepsi beni bekliyordu. Sanki biri kitaplarımı alıp ona satmış gibi kayıp
kitaplarımın çoğunu dükkanında buldum. İçlerinde başka insanlara ait olduğuna
dair notlar, hediye edildiklerine dair yazılara rastladım. Her neyse gelelim bu
yazıyı yazmama sebep olan kitaba... Dükkana gittiğim saatlerde sokakta insan
yok zira yumurtayı geçtim, kek yapsan fırına vermesen de olur sıcağı var... Kek
kalıbını kaldırama bırak bir saat sonra gel dilimle havası. Ama işte daha önce
de yazdığım nostos ve algia kaynaklı sebepler ve benim dahi çözemediğim
gerekçelerle ben o sıcakta dışarıya balık istifi atılmış kitaplar arasında ne
arıyorsam artık, şuursuzca karıştırmaya başladım. Mağazaya girip beğendiğim
eteğin her bedeninden seksen tane varmış da kendi bedenimden olanı bitmiş gibi
bir ümitsizlikle bir yandan da ama ya bunların altındaysa hırsıyla kitapları
eşeleyip durdum. Sonunda Arjantin Tangoları isimli kitabı gördüm. Elime aldım
baktım. Yazarı, Selçuk Baran. Tangoya zaafım belli. Arjantin'i ömrü billâh
göremeyeceğim de (Mütevekkil miras. Elhamdülillah). "Havyarı
kitaplardan biliyorum" diyen Ünsal Oskay'ı bağrımıza basmış insanız, onun
cemaatinin müridi olmuşuz. Alıp okuyayım Arjantin'i de kitaplardan biliyorum
derim ben de diye, aldım kitabı. Ama bir yandan da Selçuk denen yazar kişisi
kesin gitmiş Arjantin'e, orada birkaç hatunun güğümlerini kalaylamış,
işte Arjantin şöyle güzel, tango böyle ateşli bir dans, of ne içtik, ne dans
ettik diye bohem bohem anlatıyordur diyerek biraz da pişmanlıkla Ahmet Abi'nin
yanına vardım. Her zamanki gibi kitabı aldı tuttu. Baktı baktı. "Ahmet Abi
burada ne yazıyor ya okuyamadım bir de sen bak" demişim gibi tekrar evirdi
çevirdi baktı. Sonra yine bana baktı. "Sen okuyor musun bunların hepsini
ya" dedi. Of Ahmet Abi yine mi aynı soru der gibi yüzüne baktım. "iki
lira ver yeter' dedi. O an işte penyelere değil ipeklere inanmaya
başladım ama bir an. Kitabı aldım götürdüm, bir kaç gün sonra açtım baktım kısa
kısa öyküler. Bakalım ne yazmış bizim Selçuk abi diyerek Mor Hikaye'yi okudum.
Ben tangolu salsalı Ayhan Sicimoğlu macerası beklerken na böyle
kafam kadar bir taş midemde öyle kaldım. Ağlasam ağlayamıyorum. Dört sayfalık
bir hikaye sonunda ben, biri ciğerimi anestezi yapmadan deşmiş gibi,
otopsiye alınmış gibi bir hissiyatla kalakala kaldım. Hepi topu dört
sayfa ve başında tek bir not: N. için.
Hikayeyi
okumaya tekrar cesaret edebilirsem buraya da koymak istiyorum. Hikayeyi ilginç
hale getiren kısma geldik nihayet .Uzatmayayım. Kimmiş bu Selçuk Baran diye
bakayım dedim. Buyurunuz efendim. Selçuk Hanım!
Daha ilginci fotoğrafı görür
görmez "e ben bu fotoğrafı daha önce gördüm" hissi yakama yapıştı.
Araştırınca bir ara bir hikaye yarışmasıyla ilgili okuduğum haberde bu
fotoğrafa rastladığımı fark ettim. Adına bir yarışma tertip edilmeye başlanmış
Galatapera tarafından. Hatta seçici kurulda Selim İleri de varmış.
Neden bilmiyorum okuduğum haberde adı geçen Jale Sancak ismiyle Selçuk
Baran'ın fotoğrafını eşleştirmiş zihnim. Sözlükte, Selçuk Baran'ın Bozkır
Çiçekleri adlı kitabı Orhan Pamuk'un ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları ile
aynı yarışmaya katıldığı yazıyor. Jüri bu iki kitap arasında karar vermekte
zorlanmış ve Selçuk Baran'a mansiyon vermeyi uygun görmüşler. Selim İleri
de bu jüri içerisinden yer aldığından Selçuk Baran'ın hakkının yendiğini düşünüyormuş.
Kendisinden "yaşarken ve yazarken inceliği, duyarlığı değeri
handiyse çiğnenmiş sevgili dost" olarak bahseden İleri,
"ilgisizlik ve umursamazlık nedeniyle yazmaktan vazgeçmiş, kırgın bir
yazar" tanımı yapmış. Mor Hikaye'yi okuduktan sonra da hissettiğim buydu. Tam anlamıyla bu.
Başka bir hikayesinin adı gibi "Porselen Bebek.' İlgisizlik ve
umursamazlık nedeniyle kırılmış porselen bir bebek kadın...
Tüm bu yazdıklarımı boşverin! Mor
Hikayenin sonunda " Bir an önce unutun beni. Tek istediğim, bir
zamanlar yaşamış olduğumu unutmak. Eğer dostumsanız, yardım edin, bir zamanlar
yaşamış olduğumu unutturun bana" demiş. Tıpkı Didem Madak'ın
"Dalgınlığınıza gelmek istiyorum ve kaybolmak istiyorum o
dalgınlıkta" dediği gibi... Taş karnımda kıpırdandı...
Yetmemiş gibi bir de "Bu dünyaya gülüp, söylemek, rahat etmek için gelmedik.
Bazıları için hayat kolay olabilir. Ama hayatı kazananlar acı çekenlerdir, çile
çekenlerdir. acı, bir terbiyedir ve yaşamak, insan olma yolunda verilen zorlu
bir kavgadır. Zordur insan olmak evlat" demiş.
Hayatı kazananlar acı çekenlerdir demiş. Acı çektikten sonra gelen
kazanca ne yapacağımı söyleyecektim ama küfürü bıraktım. Âh be güzel kadın!
İnsan olma yolunda insan olan yerlerimizi sakatlamaktan kötürüm kalacağız,
sağlam yanımız kalmayacak sonunda!
Depresyon, manik depresif, panik atak, anksiyete bozukluk, sosyal fobi, borderline diye bir şey yoktur. Susam sokağıyla büyüyen çocuk vardır! Kodumuz bozuk, yazılımımız böyle naapıcan?
Çocuk şarkısı diye yutturulan ama bir çocuğun daha hap kadarken yutup ömrü billah imkânsız aşka inandırıldığı dinlediğim en hüzünlü 'aşk şarkısı' budur! Fil ve Arı
Ben bir bebek filim büyüyecek miyim?
burnum minik bir hortum su bulur muyum?
bir gün arı konsa küçük kuyruğuma
kaçmak kolay değil kısa boyumla
arı benim adım bütün gün uçarım küçük fili bulup üstüne konarım
fil benden korkmasa benimle oynasa
gezer eğlenirdik bu güzel ormanda
Bu şarkının milyon tane coverını dinledim ama hiçbiri bu çocukların yorumu kadar samimi değildi hiç birinde böyle efkârlanmadım. Sözlerine içlenmedim. Mahallenin Zahide teyzesi moduna girip çay kahve götürelim üşümesin çocuklar diyesim geliyor izledikçe. Ayrıca o ses nereden çıkıyor be çocuk! Şunların naifliğine bakar mısınız? Bizim ergen bebeler Justiiiin diye böğüre dursun. Kahrolsun bağzı popüler pijler! Yaşasın eller cepte üşüyerek şarkı söyleyen gençlik!
Bilen bilir kendi küçük kalbi kocaman "Küçük Prens'te şöyle bir cümle geçer: " l'essentiel est invisible pour les yeux." Meali: öz göze görünmez yanisi higgs bozonlarım gerçek atomdan bile küçüktür. Böyle büyük büyük laflar edip mantıklı düşünüp ortaya somut gerçekler koydum ben haklıyım diye bık bık bıklayanlar bıktım! Beni affetsinler ama kıçımla gülüyorum la size! Şimdi bi test yapalım gözünüzü kapatın ve şu soruyu yanıtlayın elimde hangi meyveyi tutuyorum. Bildin mi? Nah bilirsin işte! Şimdi ben sana gözünü kapat tut bakalım şu elmayı desem sen şıppadanak elma dersin gözün kapalı ama yine bilemeyebilirsin armut olabilir işte o mango olabilir di mi şekerim? O işler öyle olmuyo işte. Enam suresi 104. ayette Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim. der. Basiret arapça görmek fiilinden geliyo ama bu iki gözümüzle gördüğümüz şekil bir görmek değil üçüncü göz diyeni var gönül gözü diyeni var kalp gözü diyeni var. Yeri göğü yaratan Allah'ın bi bildi var ki gönül gözüyle görmek fiili kullanmış. Aklınızı kullanın beyniniz var onu kullanın yeter dememiş di mi? Kalbi bir şeyden bahsetmiş. Yani bazı şeyleri, bazı gerçekleri gözünle görmeye kalkar, kararını o iki gözünle alırsan duvara kütlersin! Bazı kararlar kalple vicdanla alınır. Beyin duran insan kolunu oynatamaz evet ama koluna vurursanız bu o acıyı hissetmediği anlamına gelmez di mi canlarım. Doğru karar size yalnızca poker falan oynarken lazımdır o da nihayetinde oyundan ibarettir ve hayat oyundan daha fazlasıdır. Ne diyodum? He Doğru Karar. Artık burayada oturmuyor. Sizlere ömür şekerim yerine ben taşındım. Gönül Basiret ben memnun oldum. Gel bi kahve koyayım.
"Çok şaşarım şiir sevenlere , okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. şiir sonunda öldürür."
Şule Gürbüz
Neden Birhan Keskin kitaplarını dağıttın artık şiir okumuyor musun diyenlere cevabım olsun.
Okumuyordum ki. Ölüyordum...
'' Erken dönem işlerim düşmekten korkmakla ilgiliydi. Sonraki işlerim düşme sanatı ile ilgili oldu. Kendini incitmeden düşmek yani. Şimdi yaptığım ise hiç düşmeyip asılı kalma sanatıdır." Louise Bourgeois
Rumi'yi hep sevdim, farsçayı da, avluları da, avlulu şiirleri de...Çocukluğumun geçtiği Mardin'de evimizin avlusu vardı hatırladıkça burnumun direği sızlar. Şimdi de avlulu bir şarkım oldu! Birhan Keskin'in Eski Avluda şiirinin kardeşi gibi bu şarkı. Sözleri de Rumi'nin. Şarkı güzel, avlu serin ve fakat içimdeki kuyu derin...
bir mutluluk anında avluya doğru oturmuşuz,
ben ve sen
endamımız çift suretimiz çift
ruhumuz tek
ben ve sen
bulandıran palavralardan azade
gamsız bir keyif ben ve sen
ne sen varsın ne de ben
bir olmuşuz aşk elinden
Mevlana Celaleddin Rumi
Bir tane arabesk şarkı vardı. Kimin söylediğini hatırlayamadım şimdi. 'Gözün kör olsun be felek kim dost düşman nereden bilek' diye. Hah işte şu günler var ya dostu düşmandan ayırmak için mis gibi bi rüzgar oldu. Toz uçtu taş yerinde kaldı. Tom Yorke'u severdim daha çok sever oldum. Beirut canımdı. Canımın içi oldu. Bono'ya, Enbe orkestrasına uyuz olurdum daha çok oldum. Bütün olup bitenler sırasında Beirut'un facebook sayfasından iki fotoğraf.
Beirut'un solisti Zach durma eylemine destek oldurkene
Ve Chinawoman... Konserinde 'Drawn to you' çalmayarak beni verem eden Michelle... Seni afettim kadın! Zira Chinawoman'ın solisti Michelle, facebook sayfasında 'naber Türkiye, size bi şarkı yapıyorum len! Bir iki güne koyarım buraya, beklemede olun' gibisinden bi şey yazmış. Beirut'un sayfasında Zach'ın duran fotosunun altına 'ayy yerim ya, canım benim çok şeker ya' yazanlara ilaveten Chinawoman'ın 'size şarkı yapıcam' iletisinin altına bizimkilerin yaptığı yorumlara bakın Allah aşkına! Oolum biz nası bi milletiz! Ölücem yeminle aaaay şiştim! :)
Sen ne güzel kadınsın lan! Hay canını yiyem ben senin! Yap bakalım aslan parçası!
Bütün köşecilerin Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na açık mektuplarla ilân-ı aşk ettiği, vicdana davet ettiği yazıları görünce ben daha mantıklı bir şey yapıp vicdan sahibi olduğuna inandığım üç beş çapulcuya yazayım dedim. Yani sevgili köşeciler! İflâh olmaz iyimserlerim benim! Düriye'nin güğümlerini çoktaaan kalaylamışlar, balatalar yanmış, kayış kopmuş, siz hala vicdan hak özgürlük çağrısında! Size diyecek sözüm yok. Ve fekat! Çapulcularım! Öncelikle kuyruğuyla oynayan kedi ve Recep İvedik serisi muamelesi gören "hülooğğ diyen teyze" videosu görmek istemiyorum artık ben! Yeter! Olay çirkinleşmeye başladı. Şimdi TDK onun da anlamını değiştirmeden demokrasi ne demek ona bir bakalım. Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi. E bu halk kim ki? Hülooğğğ diyen ve Başbakan'ın bilmem neresinin nesi olduğunu söyleyen kadınlar da halk mı? Halk! Makarnaya kömüre oy verenler diyerek insanları aşağılamak elitizmin dibidir. Bir şeyin ne kadar dibine inerseniz o kadar çamura batarsınız haberiniz olsun!
Kombili evlerimizde ısınırken antin kuntin kafelerde bolonez soslu makarnalarımızı yerken o insanlar üşüyor ve aç diye, bir avuç kömüre bir torba makarnaya oy verir. Kimse kusura bakmasın! Bizim cümle içinde sıkça kullanıp artistlik(!) olsun diye sözde yaptığımız empatinin anlamını çoğu bilmez ve belki bizden daha iyi yapar ama biz anlamını bildiğimiz halde yapamıyoruz demek!
Bunca kitap devirmiş bunca okul bitirmiş gazetelerde kanallarda yer tutmuş olmasına rağmen saçma sapan konuşarak mantığın sınırlarını zorlayan Yiğit Bulut, Akif Beki, Elif Şafak, Rasim Ozan ve daha onlarca okumuş insan rezil açıklamalar yapıyor batmıyor da cahilin cehaletine mi tahammülümüz yok!
Diğer yarımızla barışmadan huzur bulamayacağımız kesin. İstediğiniz kadar varlıklı olun, eğitimli olun, zeki olun. Halkın bütünü eşit şartlarda yaşamadığı müddetçe huzuru bulamayacağız. Ünsal Oskay bir kitabında Sabancı'nın Atlı Köşk'e sahip olabileceğini ama hemen önündeki denizde yüzemeyeceğini söyler. Der ki 'Giremez. Çünkü gecekonduların bokları demokratik bir şekilde Atlı Köşk’ün önünde yüzmektedir.' Yani canlarım, burnunuzu elitizime dayadığınız müddetçe bok koklayacaksınız! Demokrasi yalnız sizin için demokrasi değil. Bizim demokrasi anlayışımız çoğunluk için. Peki ya Roboski? Orada demokrasi için kaçımız ses çıkardık? Eğitim şansları, paraları, okulları, işleri olanakları ve en acısı seçenekleri olmadığı için okulda olmaları gerekirken kış ortasında kaçakçılık yapmak zorunda kalan gencecik insanlar için de demokrasi yok mu? Kredi kartlarının senelik aidatları ödememek için dilekçeler yazan eğitimli yüzde elli aynı hassasiyeti Roboski'de bankada hesapları bile olmayan başka gelirleri olmadığı için on iki on üç yaşında kaçakçılık(!) yapmak zorunda kalan çocuklarının öldüğü yerde anma yaptıkları için üç bin lira ceza kesilince aynı duyarlılığı gösterdik mi?
Kitapları çok satan bir yazar, bir kitabında kahramanın ağzıyla cahil ve fakir kesimi 'bulgur kafalılar' diye tanımlamıştı. Ocağın sönsün elitizm! Canım Ünsal Oskay buna tahammül edemezdi. Dünya gözüyle dinleme şansı yakaladığım hocam bir panelinde bu tarz söylemlere karşı şöyle demişti."Yahu adam eve üç kuruş para getiriyor kadın da o paraya ya bulgur pilavı ya makarna yapıyor oluyor sana yüz kilo. Sonra adam da televizyonda gördüğü zayıf bikinili manken kadınları iç geçirerek seyrediyor karısının yanında. Ulan adam kadına dayamış karbonhidratı şişmanlamasın da ne yapsın yarım kilo et mi görüyor dili damağı! Ne yapsın fukaram!" Al sana sosyoloji! Martha Stewart televizyonda bulgurdan salata yapınca cool! Fakir pilavını yiyince bulgur kafalı!
Turgut Uyar'ın dediği gibi "oy pusulalarını ve seçimleri bırak evet seçimleri özellikle bırak çünkü açlık çoğunluktadır'. Afiyet olsun yarasın!
Freud diye bir şey varmış arkadaş!
İnsan uykusunda iki saat ağlar mı?
Şimdi misal bir hayvanat bahçesine gitsem
İlk bulduğum file desem ki
kalk üstümden arkadaş!
Tepiş tepiş yettin desem
sonra bu rüyaymış meğer de uyansam
Herkül'ün oniki görevini okusam uyumadan önce Yiğit'e
Büyüynce gidip ilk iş bir kızın kalbini kırmasa
Ben yaşlanırken o büyüyor ve bu adil değil!
üzülüyorum uyumuyorum ve
kahveyi bulandan başka kimseye
minnet duymuyorum artık
uyanık kalıp sürekli oyalansam
misal lahmacun yapmayı öğrensem her canın çektiğinde pişirsem
ististanısz her defasında poşeti delip
yere sızan çöpün suyunu temizlesem
her akşam yani ama her gün aynı tavayı yıkayıp kurutup kaldırsam
her gün ama her gün kuruturken gözüm ıslansa durmadan hatırlasam
saçmalama hakkımı kullanabilsem
rüyamda görmesem o uzun boylu kızı
sen "ben ona aşıığım" demesen
ve ben seni kalbime değil arka bahçeye gömsem
hiçbir şeyim yok akıp giden yaşımdan başka
keşke yalnız bunun için gömseydim seni....
Şimdi biri çıksın desin ki deme!
Ben diyeceğim tam da yüzüne!
Şimdi biri çıksın desin ki yapma!
Ben yapacağım inadına!
Biri desin durma orada durma yürü
Ben yıkmak için onların yaptıklarını
Ben işte put gibi duracağım orada inadına!
Yasak ne ayol yasak ne biri desin bana hele!
Varsın yeniden tanımlasınlar sözcükleri sözlüklerinde
Biz tanımlamadık kimseyi hiçbir şeyi
Ama tamamladık bütün gedikleri
Ne balık isterim ne simit ne de deniz
Ben istediğim yere uçmak
istediğim yere konmak isterim
Yasak ne ayol yasak ne!
Biri desin bana hele
Desin de çökeyim tepesine!
İster provokatör deyin, ister marjinal, ister direnişçi, ister Teyze. Ne derseniz değil gelinen ve insanları getirdikleri noktada çekilen fotoğraf bu! Onca insan bunca zaman iman tahtasının üzerinde sabır ağacından yapılma bir sapan yontuyormuş meğer! Ve onca olan kanıtladı ki iktidar denen şey, körlüğe, işitme kaybına, unutkanlığa, şuur kaybına ve nihayetinde şizofreniye sebep oluyormuş! Bunu da görmüş olduk! Fakat büyük resme bakınca " iktidarın başarısını" gören BAĞZI yazarlar varmış! Kahrolsun o bağzı yazarlar! Şaşı mı bakıp şaşırmış acep bağzı yazarlar o resme? Ben bakıyorum bakıyorum küçük bir masanın arkasına saklanan koca popolu bir filden başka bir şey göremiyorum! O kadar zavallı bir resim ki artık baktıkça nefret değil sanırım merhamet duymaya başlıyorum.
Sosyal Medyada iktidar partisinin miting afişi dolaştı. Büyük oyunu bozmaya var mısın diye soruyor. Televizyonlarda sergiledikleri figüranlı silahlı telsizli bayraklı müsamere ne komikti! Çamlak çömlek patlatmak içindi hepsi ama kimse yemedi! Oysa bu dünya yeteri kadar büyük. Babalarının tarlası değil de hepimizin oyunu bahçesi gibi görebilselerdi birlikte oynayabilirdik. Oyun bozma aşkının altında nasıl bir çocukluk tramvası var acaba gerçekten merak ediyor insan. Alenen mızıkçılık çağrısı yapılıyor yazık. Ortada bir oyun olduğunu kabul ediyorsa iktidar kaybettiğini de kabul etsin artık! Ama fark edemiyorlar çünkü kaybettiğini kaybetmek bir melekedir ve gerçek kaybedenler önce bu melekelerini kaybederler. Sanrısal bir galibiyet telaşıyla hala koca popolarını masanın ardına saklamaya çalışarak oyunu bozmaya çağırıyorlar! Saklandıkları yeri açık edecek öyle kocaman bir cüsseleri ve öyle küçük bir delikleri var ki yalnızca şunu bilsinler. Gördük! Yalnız aldatan kurt kuzu postuna bürünür, sahte şefkat gösterir,
Yalnız yalancılar ve hakikati gizleme telaşında olanlar iftara atar,
Yalnız korkaklar tehdit eder Yalnız artık sözü geçmeyen bağırır, Yalnız kalan kalabalık toplamaya çalışır ve Yalnızca aciz olan güç kullanıp şiddet uygular. Diyeceğim o ki Sobe!
Kültür Mafyası Dergisi Temmuz-Ağustos Sayısında bu yazıyla Çapulladım.
Zeki Müren'in bir şiir kitabı var: Bıldırcın Yağmuru. Bulabilirsem alacağım mutlaka. Kitaptan içime işleyen iki şiiri seçtim okudum içim almadı hicran ki ne hicran! bir de onlara kardeş iki şarkıyı çaldım kendime eziyet olsun diye! Bir kez daha sevdim Zeki Müren'i. Şarkılarını değil yalnızca, kendisini. Açtım bir belgesel seyrettim insan hiç görmediği tanımadığı birini özler mi? Şeker hastalığını, anjiyosunu, babaannesini anlatışını, nazara inancını, güzel türkçe konuşmaya küçük yaşta yemin ettiğini, her gün içtiği avuç dolusu renkli ilacı yukarıdan bakınca lunaparka benzetişini, hiç aşık oldunuz mu sorusuna verdiği cevap sırasında dolan gözlerini nasıl sevdim. Nasıl güzel bir insan geçti bu dünyadan dedim. Güzel adamlar güzel de seviyormuş be kardeşim dedim. Volver'i dinleseydi severdi dedim bir de. Ülkü Tamer, çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen demişti. Zeki Müren kitapta 'hasret kurşunuyla dün dört karga vurdum' diyor. İnsan sıkıntıdan ve aşktan katil olabilir. Murtahan Mungan da bir şiirinde kork benden sevgilim ahiretin olurum senin bu kadar çok seven öldürmesini de bilir ölümü göze alan yaşamasını da bilir diyordu. Her sabah uyanıp uyanıp kendini bir kez daha öldürdükten sonra rutin olarak yaşıyor taklidi yapan tüm hayaletlere gelsin!
Kara Rıhtım
saclarin gunah koksa
kirpiklerin ihanetten dokulse
tirnaklarindan yabanci ellerin soguklugu suzulünse
rihtimda bekleyenin benim
yasarken bahcen
gocunce mezarin kalbimdir derdin
icine gommek icin mi kiydin bana
hic gelmesen de bekleyecegim
guvertelerde ucusan nice el var
bana da bir siyah mendil sallayan olur bir gun
yanlislikla
seni saadet kuslarinin kanadi getirmisti
leylek gagalarinda yaban ulkelere gocesin diye mi
ruhumun iklimine uysan ne olurdu
ben degistirirdim dunyami ya da isteseydin
dileseydin kutuplarda taze hurma toplardim ellerimle
ekvator damlarindan buzlar sarkitirdim
gitmek istedin
ne gonlunun iklimi
ne ruhundaki mevsimler...
hepsi bahane gitmek istedin
bekleyeni olan rahat gider
benim de bekleyenim olsaydi rahat giderdim
nereye...
senin ulkene
hic donmesen de bekleyecegim
guvertelerde ucusan nice el var
bir gun bana da bir siyah mendil sallayan olacak yanlislikla
ben... ben...
gozlerim beklemekten kor olmus
hasret sarkilari soyleyecegim iskelelerde
Ekvator Tesbihim
ekvator tesbihim…
sonbahar bakışlarında yeşerir, yeşeriverir aşk
nisan defnesinde dal gibi
geçmişin karanlıklarında ürperir, ürperiverir kin
gözbebeklerimde hal gibi
gönlüme kilit vurdum paslı altından der, deyiverir gözlerin
dudakların çal gibi.
çocukluğumun kış odasında, yorgun şiltede boynum
tedirgin rüyalarımda bugünler masal gibi.
ya o gözler?ah o gözler…
arısı sen, peteği ben
acı buruk bal gibi
ayrılalım bitsin artık
haykıran sen, sızlanan ben
vermem derken, deli gönlüm al diyor.
en acı gerçekleriyle hayat
paslı çivilerde gözbebeklerimiz
karanlıklarla siyahlar pembe bir hayal gibi.
ufuklardan gelen ses
kuduran bulutlar
yerçekimi gök kanunu
ceviz kabuğunda okyanus
bağımsız bir sal gibi.
telve yalardım çocukken
beyaz fincan ak hayal
gönlümün ta derini
simsiyah bir fal gibi
ekşi kokan matador
riya dolu ispanyol kızı
gönülleri tekmeleyen topuklar
ümitlerim, sol omzumdan kaymış kıpkırmızı şal gibi.
göğe açık avuçlarım, ekvator tesbihimde dualar
dudakların git dese, bakışların “kal” gibi.
-bir oyku ki: "bir oyku ki, leyla'sı, mecnun'u ben/ bir oyku ki arzu'su, kamber'i ben/ bir oyku ki gulu, sitemkarı ben/ bir oyku ki yari ben, agyarı ben/ oykum kara/ uykum kara/ benligim/ uzaklara, uzaklara, uzaklara"