Geçen hafta Yiğit'i okula bıraktıktan sonra çoğu zaman olduğu gibi yine mahallenin eskici- sahafı Ahmet Abi'ye uğradıım. Ahmet Abi yalnızca iki liraya süper kitaplar satar.
Dükkanında daha önce okuduğum ama ne hikmetse kitaplığımdan uçup giden kitaplarımın çoğunu bulup aldım.
Fotoğraftaki kitaplara (ki birine kitap dersem ağzım yamulur) 20 lira vermişliğim var. Hepsine! Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu dahil!
Madde 22, Üç aynalı kırk oda, Kramer
Kramer'e karşı, Eski Bahçe, Dinle küçük adam... Kaybolan kitaplarımın
hepsi beni bekliyordu. Sanki biri kitaplarımı alıp ona satmış gibi kayıp
kitaplarımın çoğunu dükkanında buldum. İçlerinde başka insanlara ait olduğuna
dair notlar, hediye edildiklerine dair yazılara rastladım. Her neyse gelelim bu
yazıyı yazmama sebep olan kitaba... Dükkana gittiğim saatlerde sokakta insan
yok zira yumurtayı geçtim, kek yapsan fırına vermesen de olur sıcağı var... Kek
kalıbını kaldırama bırak bir saat sonra gel dilimle havası. Ama işte daha önce
de yazdığım nostos ve algia kaynaklı sebepler ve benim dahi çözemediğim
gerekçelerle ben o sıcakta dışarıya balık istifi atılmış kitaplar arasında ne
arıyorsam artık, şuursuzca karıştırmaya başladım. Mağazaya girip beğendiğim
eteğin her bedeninden seksen tane varmış da kendi bedenimden olanı bitmiş gibi
bir ümitsizlikle bir yandan da ama ya bunların altındaysa hırsıyla kitapları
eşeleyip durdum. Sonunda Arjantin Tangoları isimli kitabı gördüm. Elime aldım
baktım. Yazarı, Selçuk Baran. Tangoya zaafım belli. Arjantin'i ömrü billâh
göremeyeceğim de (Mütevekkil miras. Elhamdülillah). "Havyarı
kitaplardan biliyorum" diyen Ünsal Oskay'ı bağrımıza basmış insanız, onun
cemaatinin müridi olmuşuz. Alıp okuyayım Arjantin'i de kitaplardan biliyorum
derim ben de diye, aldım kitabı. Ama bir yandan da Selçuk denen yazar kişisi
kesin gitmiş Arjantin'e, orada birkaç hatunun güğümlerini kalaylamış,
işte Arjantin şöyle güzel, tango böyle ateşli bir dans, of ne içtik, ne dans
ettik diye bohem bohem anlatıyordur diyerek biraz da pişmanlıkla Ahmet Abi'nin
yanına vardım. Her zamanki gibi kitabı aldı tuttu. Baktı baktı. "Ahmet Abi
burada ne yazıyor ya okuyamadım bir de sen bak" demişim gibi tekrar evirdi
çevirdi baktı. Sonra yine bana baktı. "Sen okuyor musun bunların hepsini
ya" dedi. Of Ahmet Abi yine mi aynı soru der gibi yüzüne baktım. "iki
lira ver yeter' dedi. O an işte penyelere değil ipeklere inanmaya
başladım ama bir an. Kitabı aldım götürdüm, bir kaç gün sonra açtım baktım kısa
kısa öyküler. Bakalım ne yazmış bizim Selçuk abi diyerek Mor Hikaye'yi okudum.
Ben tangolu salsalı Ayhan Sicimoğlu macerası beklerken na böyle
kafam kadar bir taş midemde öyle kaldım. Ağlasam ağlayamıyorum. Dört sayfalık
bir hikaye sonunda ben, biri ciğerimi anestezi yapmadan deşmiş gibi,
otopsiye alınmış gibi bir hissiyatla kalakala kaldım. Hepi topu dört
sayfa ve başında tek bir not: N. için.
Hikayeyi
okumaya tekrar cesaret edebilirsem buraya da koymak istiyorum. Hikayeyi ilginç
hale getiren kısma geldik nihayet .Uzatmayayım. Kimmiş bu Selçuk Baran diye
bakayım dedim. Buyurunuz efendim. Selçuk Hanım!
Daha ilginci fotoğrafı görür
görmez "e ben bu fotoğrafı daha önce gördüm" hissi yakama yapıştı.
Araştırınca bir ara bir hikaye yarışmasıyla ilgili okuduğum haberde bu
fotoğrafa rastladığımı fark ettim. Adına bir yarışma tertip edilmeye başlanmış
Galatapera tarafından. Hatta seçici kurulda Selim İleri de varmış.
Neden bilmiyorum okuduğum haberde adı geçen Jale Sancak ismiyle Selçuk
Baran'ın fotoğrafını eşleştirmiş zihnim. Sözlükte, Selçuk Baran'ın Bozkır
Çiçekleri adlı kitabı Orhan Pamuk'un ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları ile
aynı yarışmaya katıldığı yazıyor. Jüri bu iki kitap arasında karar vermekte
zorlanmış ve Selçuk Baran'a mansiyon vermeyi uygun görmüşler. Selim İleri
de bu jüri içerisinden yer aldığından Selçuk Baran'ın hakkının yendiğini düşünüyormuş.
Kendisinden "yaşarken ve yazarken inceliği, duyarlığı değeri
handiyse çiğnenmiş sevgili dost" olarak bahseden İleri,
"ilgisizlik ve umursamazlık nedeniyle yazmaktan vazgeçmiş, kırgın bir
yazar" tanımı yapmış. Mor Hikaye'yi okuduktan sonra da hissettiğim buydu. Tam anlamıyla bu.
Başka bir hikayesinin adı gibi "Porselen Bebek.' İlgisizlik ve
umursamazlık nedeniyle kırılmış porselen bir bebek kadın...
Tüm bu yazdıklarımı boşverin! Mor
Hikayenin sonunda " Bir an önce unutun beni. Tek istediğim, bir
zamanlar yaşamış olduğumu unutmak. Eğer dostumsanız, yardım edin, bir zamanlar
yaşamış olduğumu unutturun bana" demiş. Tıpkı Didem Madak'ın
"Dalgınlığınıza gelmek istiyorum ve kaybolmak istiyorum o
dalgınlıkta" dediği gibi... Taş karnımda kıpırdandı...
Yetmemiş gibi bir de "Bu dünyaya gülüp, söylemek, rahat etmek için gelmedik. Bazıları için hayat kolay olabilir. Ama hayatı kazananlar acı çekenlerdir, çile çekenlerdir. acı, bir terbiyedir ve yaşamak, insan olma yolunda verilen zorlu bir kavgadır. Zordur insan olmak evlat" demiş.
Hayatı kazananlar acı çekenlerdir demiş. Acı çektikten sonra gelen
kazanca ne yapacağımı söyleyecektim ama küfürü bıraktım. Âh be güzel kadın!
İnsan olma yolunda insan olan yerlerimizi sakatlamaktan kötürüm kalacağız,
sağlam yanımız kalmayacak sonunda!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder