21 Aralık 2012 Cuma

inanalım soğuk mevsimin başlangıcına

 



ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü

zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.

zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı

sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum

soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında

gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
    zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa

onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?

sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu bekleyen.
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey 
değildi.

sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
     sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
    varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.

ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç 
yıllıkmış?"
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?

ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.

selam ey masum gece!

selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
    dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.

selam ey masum gece!

pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.

niçin bakmadım?
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
      gibi...

niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
     içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.

bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
      uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.

acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?

"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim

boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı,
ağır,
başı boş.

saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç?...

zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.

ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...

ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
 ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
   buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçların arına götürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!

suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.

bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
      kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.

demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi çini tınlamasından boşaldın.

ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
      kılıyorlar...

mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma
     şehvetinde...
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam...

ben nereden geliyorum.

"bitti artık" dedim anneme,
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim

selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor

inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.

belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili

inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.


Furuğ Ferruhzad

17 Aralık 2012 Pazartesi

'Ah'lar Ağacı


1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.

İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.

İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.

Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.

Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,

Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.


2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?

Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!

İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
Didem Madak

âh!


"Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir."
 
 Hallac-ı Mansur / Tavasin 
 
 


 

12 Aralık 2012 Çarşamba

dünyanın bütün toplananları durun!

Parça Tesirli parçalar...
 
 
 
 


dünyanın bütün atlı karıncaları! Dönün!

Çok sevdiğim bir filmin görüntüleri üzerine incir  ağacı olmuş bu şarkı. Püfür püfür gam götüren!
 
darhejîrokê
xemrevînokê
 
 
 
 

11 Aralık 2012 Salı

gâraib

Atarlı ev ananıza yine geldiler. Ne zaman gittiler ki be komşu! Bu defa günün pikaçusu ah minel aşk  minel garaib cümlesini anlamını bilmeden kullanan güruh. Sanılanın ve kendine sözlük adı vermiş bir çok internet sitesinde yazdığı gibi gâraib yalnızca gariplikler-tuhaflıklar-acayiplikler anlamına gelmez! Bir tek sitede garaibin asıl ve yaygın kullanılan anlamını göremedim. Tuhaf olan bunca insanın, bayıla bayıla kullandığı, Can Bonomo'nun albüm ismi olan aynı ismi taşıyan şarkısında yer alan, insanların dövme olarak bedenlerine kazıttıkları "ah minel aşk ah minel garaib" cümlesindeki garaibin tuhaflık anlamına geldiğini kabul etmesi.
 İnsan neden ah aşk yüzünden ah gariplikller yüzünden desin ki! Delirdiniz mi siz ya hu! Bonomo da anlaşılan kelimenin bu anlama geldiğini kabul etmiş ve şarkının geri kalan bölümünde tuhaflık olgusu üzerinde durmuş. Ve lâkin cümlede geçen gariplik türkçeye tuhaflık değil hasretlik olarak çevrilebilir ancak. Her kelimenin hele ki duyguysa başka dilde karşılığı olması zor, özellikle farsça ve yahut arapçaysa... Acıyı haddinden fazla  barındıran bir coğrafya olunca doğu ve ortadoğu  lisanlarında bu duygunun tonunda milyon tane kelime bulursunuz. Acı her zaman aynı duyguları içermez.  Kahır, elem, matem, gam, dert, efkar, keder, hicran, yas, gaile ve garaib sadece şimdi aklıma gelen bir kaçı ve hepsi aslında farklı türde acıları ifade eder.

                                        

Diyeceğim o ki birçok halk ozanının, özellikle cânım Neşet Ertaş'ın türkülerinde doğru kullandığı anlama gelir garaib..Eklediğim şarkıda Müzeyyen Senar da garib kaldım gurbet elde derken tuhaf demiyor  belli ki. İnsanın doğup büyüdüğü bildiği topraklardan vatanından uzakta kaldığında hissettiği kimsesizlik yalnızlık yoksunluk ve özlem duygusunun karşılığıdır garaib. Arapçada  gurbete düşmek, ayrı düşmek, uzakta kalmak anlamına gelen fiil (garreb) vardır ve gurbet de bu kökten gelir. Eloğlunun homesick dediğine benzer bir durum ama  kesinlikle tuhaflık değil. Böyle biline!

2 Aralık 2012 Pazar

bağıra çağıra, bayıra çayıra...

Hediye Güven... Sürülebilir fındık ezmesi. Bütün şarkılar yağ gibi mübarek! Her türlü acı, sıkıntıdan mütevellit iltihabi durumda endikedir çekinmeden sürün!


 
 

30 Kasım 2012 Cuma

Ayşe

TRT Haber- Ömür Dediğin
 Ayşe Karakoyun - 95- Sivas

...
benim herif iki buçuk sene eskerlik etti
iki buçuk sene eskerliği etti şeyde istanbulda
bir tek o Ürgüp'deki oğlum var idi
başka uşak yoğdu
ondan
irezilik de çektik
yoğlukta çektik
harman sürerdik
biz dırmıklardık
öküz koşerlerdi
harman galdırırdık
buğday elerdik
ölçüm gelirdi
elimizden alır ölçtü ölçtü hissesini alırdı götürurdu
onu da alırdık ya yeterdi ya yetmez idi
aç kalırdık
çok çektik çok
şimdi ne var ki
herşey bol
şu asvabın bir sırığını çeksek kırk yama çıkardı
oyleydi
asvap da bulamazıdık
eskilerle geçinirdik
şimdi ne var ki
bizlerin çektiği irezilliği kimse çekmedi
buğday elerdik
herifler savururdu
ne bir bişey varıdı
vallah billah
hee ne çektik biz ne çektik
bizim gunümüzde oğul yoğudu da şey hoca okuturdu
hocalar
namaz dualarını bellerdik
biliyon mu

ha bu benim uşaklar namaz dualarını hep bilirdi
bende bildim namazı kılıyom

Allah yazmş vardık evlendik ne örecen buralıydı köylü
allah yazarsa nerede olsa bulur
ee  namusluydu şimdiki gibi değeldi
şimdikiler sevmezse galdırıp atıyo şeyi
bizimkiler öylemiydi inkarı mı var

amaaan işte varmaz olaydım keşke öleydim
o zaman bunları da görmezidim


o herif görmedi uşağının acısını
valla görmedi
o dayanamazdı
onun emma kardeşleri öldüydü
herif iyiydi
çalışırdı
ne iyiydi
aptesini alırıdı namazını gılarıdı
rençper idi
iyi kötü çoluğunu çocuğunu bakarıdı
hasan ıdı adıda
iyiydi ne huysuzluğu edecek
işi görülse ne diyecek
kızım biz hiç dururmuyduk
ip dokurduk boş mu dururduk şimdikiler gibi
hep de erkeklerden erkeklerden oluyo
avradın aklına gidersen avradın kimisi müslüman bilir de
 kimisi de bilmez
demezki bende kocadım ben de kocayacam  yarın ben de yaşlanacam
ben de ata olacam demiyollar
onlar bilmiyollar
yalınız işte bir oğul getirsin
yiyek içek rahat  orada burda gezek çarşıda
onu istiyolar
heee iyi gün kalmayak da
benim zoruma  gidiyo vallah

onbir senedir beri herif öldü
yalınız yatıyom yalınız galkıyom
bana ne olacaa ki
korkman da
iki komşu varsa
benzer oturuyom benzer bu geliyo
yalınızlık daha iyi
ölen oğlan pek iyi bakardı
bir pazardan biri gelse şimdi
ağlaya ağlaya bir oluyom
el geliyo bu gelmiyo diye
geder fistanlığımı alır getirirdi
ana sana dürüm de yaptırdım
şunu da ettim diye
getirir elime teslim ederdi
pek iyiydi
uşaklara derdiki uşaklar bi yana
ana sen bi yana derdi
uşağın yakasından şöyle tuttu kızım
ebenize bakın ebenizi perişan etmeyin
bak ahrette yakanızdan tutarım dedi
onların yüzü hürmetine gidesim gelmiyo
tavuğu cücüğü var orada
şey ediyorlar
onun için geliyom kapıda oturuyom işte ciğer
derler ki birilikteydi
üst kat  görmediniz mi
üst gözleri yaptırdı da
hasta yattı iki ay
hemen inerdi sobamı kurardı
suyumu doldururdu çeşmeden
ana ne ördün nasıl oldun diye
uşağı yanımda yatırırdı te kaç sene oldu gidip geliyo doktora
gemik erimesi var
getti geldi getti geldi çaresi bulunmadı
çağarttırmş uşaklara
 beni çıkartmazdı üst kada
dayanamıyoduk
kendi de ağlardı ben de ağlardım
hasan demiş ebenizi getirin demiş
Gazi idi adı
vardım hacı dedim
ne diyon oğlum dedim
ne diyon oğlum dedim
ana dedi benim hayrım yok dedi
gayrı kurtulamam dedi
kurtulamam bundan dedi
hakkını helal eyle dedi
elimi öptü boynuma sarıldı
dedim ki oğlum ben öleyim de
sen beni göm dedim
ana dedi ağlayak da
benim yerimi su etme ahrette dedi
seni göremem ahrette ağlarsak
ağlama


ben burada çektim dedi
sen de aşağda çektin  çektin dedi

iki gün mü sürdü arada öldü
unutamıyom kızım

türküsü de var ya söyliyemiyom

ev tuttu da oturmadı
gelinini getirmedi
kurban oldum kadir mevlaam mirasini yedirmedi
bir ev tuttum oturmadı o da bana zor geliyor
söyletme yüreem dertli
yukarıya gidemiyom kardaşın kapısı kitli
yoncasın almış boyunu
kim verecek onun suyunu
kurban oğlum tel bıyıklı
kardaşların getirsin gelini

allah sabrımı ver allah

o öldü bir sürü uşağı kaldı
evlat i mi aboov
evlat sızısı başkaymış
kızıma da dayanamadım
kızım da öldü
bu kadar dokanmadıydı
bu oğlan pek dokandı
allah bundan daha göstertmesin cenabı allah
bir kahrını duyaydım zoruma da getmezdi
bir azarlaması da yok idi
pek severdi beni
pek severdi
ölürdü benim için

benim evim aşağdaydı
uç şimdi vardın ya orada gördün ya
ordan beni aldıllar
orda bir göz dam varıdı
oraya dıktı beni
ne pişirse getirirdi
bi yere gitse alır gelirdi
pazarcılar gelirken künde ağlarım
her pazar da
giderdi her pazar da gider idi
dolu dolu alır gelirdi
var yirmi kadar davarı var iyi
iyiydi halı vaktı da
gece korkuyom
evlat acısı zorumuş

allah diyom verdin sen aldın diyom
cenabı allah emaneti sana diyom
o zaman korkumuyom
acışıyom ne var
sırtında ceketinle

 allah dedim sabrımı ver
acışıyom dedim
oğlan dedi rahatsız mı ediyolar ne örüyollar
aha şurda mezerlik
aha şurda
dizlerim tutmaz oldu
gözlerim görmez oldu
aha şu gözüme baksana katrak kapadı
acıdan oldu
oğlandan kelli oldu


yaşlı yok benden gayrı hiç yaşlı yok
hiç kalmadı hep öldüler
beni koydu allah
oğlanın ardına ki bu acısını görsün diye
ihtiyarlıktan zor bişey yok
allah imandan ayırmasın da
kurban olduğum allah imandan ayırmasın ne bileyim
ahirette iman dünyada kuran
cenabı büyük allaha emanetimiz
gelin var böğrümde
yakın ha öyle olsa çığırırım
hasta olsam diyom

hasta değilim
yatıyom  kalkıyom
namazımı kılıyom yatsımı kılarım yatarım
ölümden korkmak günah imiş
hiç korkmam canım kurban allaha
alnıma ne yazıısa başıma o gelir
ahrette iman dünyada kuran

...

ceylan

"Yardımcı olun, anamı cesetten uzaklaştırın' dedim. benim de hiç gücüm kalmamıştı. ama tabii anam Ceylan’ı yerde bırakıp da uzaklaşmadı. kimse alamadı onu oradan. o parçalar o şekil eteğinin içinde oturdu saatlerce. Savcıya da o eteğinin içinde gönderdi parçaları. etekle birlikte tabutun içine koyduk."


Annesinin kuzusu, süt kuzusu, derya kuzusu güzeller güzeli üç yıl oldu ben anne olalı ve sen öleli sana ağlıyorum ben hâlâ. Ne zaman biri ceylan dese başka şey gelmiyor aklıma. Şimdi de bu şarkıyı yapmışlar sana, senin için. Susmuştum yine ağladım. Keşke geri getirse seni şarkılar yürüyüşler bilirkişiler yorum yapıcılar ağlayıcılar ben onlar... Ananın kucağına etekliğimle değil kucağımda sapasağam tek parça taşıyıp götürsem  sana tabaklarca makarnalar yapsam. Bayram geçti,  utanmadan bayramlaştık utanmadan yeni yılı kutlayacak bu kadar insan senin etrafa dağılan etlerini unutup hindilerini etlerini zıkkımlanacak pislikler. 12 ulan 12! Allah belanızı versin o kız koyun gütmeye gitmişti oyuncakçıya barbienin moda evi maketini almya değil. Ölmeden önce makarna istemiş annesinden yiyemedi aç öldü. Şimdi ben Yiğit yemeğini yemeyi reddedince bağırıp bunu yiyemeyenler var kalk sofradan defol gözüm görmesin  diyorum o zaman  bana bakıyolar ya gaddar ruh hastası anne diye... Sebebim var.



26 Kasım 2012 Pazartesi

pencere

 
 
 
 
 
Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana

Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle

Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
 tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka

Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!

Düşler
Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
 gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı'ya çatılarda dolaşan?

Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda...

Furuğ Ferruhzad



23 Kasım 2012 Cuma

İbrâhim


ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

 
Asaf Hâlet Çelebi


22 Kasım 2012 Perşembe

19 Kasım 2012 Pazartesi

HAH

Ey biri, ey kimse, ey hiç kimse, ey sen:
Nereyeydi o hiçbir yere gitmeyen yol?
Sen kazıyorsun ve ben kazıyorum
                      ve ben sana doğru kazyorum...

Paul Celan
"İçlerinde Toprak Vardı", Kimsenin Gülü

13 Kasım 2012 Salı

Tebdil-i Mekan

Şimdi daha bugün gidip koli bandı ve eski gazetelerle gelmişken eve. İzmir, Mardin, İstanbul. Saydım tam 8 ev. Bununla birlikte 9 olacak... İnsan gittiği yere ilk evvel kendini götürürmüş. Argosunu kullanır annem, hep olmadık yerde 'denize de gitsen bokun arkandan gelir' der.  İşte onun şarkısını dinledim bugün. Dinlemesem daha mı iyiydi sanki. Bunun da allah belasını versin!


Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi
Valizimde taşıyorum keşkelerimi bilelerimi
Havalnmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare
Üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi
Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor
Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor
İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi
Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor
Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında
Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında
Soranlara “eh işte idare ediyormuş” dersin
İyi niyetli değilseler üstü kapalı geçersin
Dilersen ara beni ya da yaz bana arada bir iki satır
Ya da yazma ne bileyim hani yani tutarsa tersin.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Allah belânı versin şarkı!


sleep away

Hayat işte bazen hiç keyfiniz yokken size böyle küçük sürprizler yapar. Windows 7 kullanıyorsanız ve şimdiye kadar örnek müzik klasörünün yüzüne bakmadıysanız bugün açın. Orada sizi bu şarkı bekliyor olacak.
 
 

6 Kasım 2012 Salı

Süper trio: antihistaminik antienflamatuar antisekretuar

 Bugün ilk iş eczanaye gidip bu zımbırtıdan alacağım. Hatta o meşhur ıssız adaya düşersem yanıma alacağm üç şeyden biri  kesiniklle bu! Saydım, almam gereken b 12, demir ve d vitamini takviyelerini burun ve göz damlasnı saymazsak,  günlük sektirmeden içmem gerekenler sentetik tiroid hormonu, metformin, antihistaminik ve antienflamatuarla midede oluşacak hasar için bir de antisekretuar oh mis! Kaç etti? Çok etti.   Dün gece antihistaminik içip mışıl mışıl uyumam gerekirken aslnda sabah  ve yarım içmem gereken ilacımı tam içmişim. Fazla içince nasıl bir etkisi olduğunu bildiğim için kussam mı diye bile düşündüm. Sonuç sabaha kadar yanmdan kedi mi geçti, fare miydi o, duvardan ne sesi geldi, kalkıp perde mi yıkasam, yok ses çıkar, deterjan kokusundan durulmaz alerjim iyice azar, journal in kökü jour dan geliyo değil mi? Tabii ya jour da gün demek,  Barcelona'ya mı yerleşsek, barcelona güzel, kalbimin sesini duyuyorum normal mi ki, durur mu ki, deprem mi olacak sanki gibi kaygı bozukluklarıyla bu saati buldum. 
 
Bundan kelli durumu kabul ediyorum. Gencim, kimse yaşıma inanmıyor, yüzün de çok küçük gösteriyor, kaç yaşında doğurdun ki sen diyenlerin gazına gelip bu söylenenlere bir yandan sevinip bir yandan içim çürük diye üzülürken naapsaydm kırkıma kadar bekleseydim beklemedim naapaym saçıma röfle mi yaptırayım trnaklarımı mı uzatayım yiyorum işte beş yaşından beri boyum minik benim ondan öyle makyaj yapmıyorum ondan diye kimseye çemkirmiyicem.  Bu kutudan alıp çantamda taşıyıcam tam da sohbet üzerine 'canım bir bardak su alabiir miyim ilaç saatim geldi' deyip ahan da bu kutuyu gösterip ilacımı içicem, en azından şaşırsalar da benle paylaşmaz, en fazla içlerinden acıyıp ah yazık bu genç yaşta ne kadar ilaç içiyor deyip susarlar, ben de rahatlarım!
 
 

4 Kasım 2012 Pazar

Ne kadan da psişik bi o kadan hisli! Peh peh peh!

 
Ayrılık sahnesi güzel olur mu ya la? Olur işte! Ankaralı Turgut'un fizik kurallarını zorlayan sözlere sahip ' Atakule'den at beni in aşağı tut beni ' şarkısından sonra şimdi de Ankaralı Namık'ın 'kızlar dura dura hiç olur oğlan dura dura koç olur' isimli eseri içerdiği derin sosyo ekonomik ve psikolojik saptamalarıyla yeni gözdem. 
 
Anlaşılacağı gibi süper kaliteli damıtılmış iki kere rafine  bir müzik zevkim var! (Diyemedim ya la!)
 
 
 



2 Kasım 2012 Cuma

Biz'e güzelleme

Günlerdir bir şarkının duygusuyla uyanıyorum uyuyorum geçmiyor! 
 Böyle eski böyle içinde hapşırsan kağıttan ev gibi dört yana dağılacak bir Anadol içinde aynı Erol  Günaydın gibi gülen bir amcanın size yağmurlu bir günde seslendiğini düşünün. Arabaya yaklaşıyorsunuz size en yakın hastaneyi soruyor arabada Adile Naşit'e benzeyen karısı ve torunu var çocuğun ateşi çıkmış ve siz tarif etmekle kalmıyor ben bineyim size tarif edeyim mühim değil diyorsunuz. Torunu hastaneye yetiştiriyor onlara refakat ediyor üzerlerindeki para çıkışmayınca cebinizdeki son parayı veriyor ve işler yoluna girince vedalaşıp eve yürümeye koyuluyorsunuz ama yağmur yağıyor geçen bütün arabalar üzerinizi ıslatıyor üstelik yürürken boka basıyorsunuz şemsiyeniz yok ama sebepsizce manasızca bir gülümseme oturuyor yanak çukurunuza hah işte! Uzun oldu farkındayım ama öyle bir his işte. Bahsi geçen duygunun müsebbibi Flört zat-ı şahanelerinin Biz isimli güzide eseri! Son günlerde dinlediğim en mis fırından çıkmış tarçınlı kek kokusu, en mutlu çınlayan çocuk sesi en heyecanlı bakan babanın en huzurlu gülen annenin resmi...  Son zamanlarda o kadar çok senin için ölüyorum sen de sev sevmezsen Allah cezanı versin vermezsen geberirim gece bana gelsene ne dediğimi anladın acil durum gibi saçmalamanın sınırlarını zorlayan çöp şeyler duydum ki dinlemek denemez buna onların üzerine biz mentollü şeker gibi mineralli su gibi viks gibi!  Dedemi hatırlatan eskiyi hatırlatan güzeli özleten ama özletirken özlem duyacağınıza bugüne ne olmuş şimdi de olur ahan da soktum ayaklarımı suya ahan da köprü bak bu da korna değil horoz sesi naber diyen bir şarkı. Böyle büyük lafları var ama çaktırmıyor Mevlana'nın Mesnevi'sini okurken nasıl  bir tevekkül hissi sarıyorsa içimi, öyle. Biz ne güzel bir kelimeymiş yeni fark ettim ne güçlüymüş ne ağırmış hem ne hafif anladım. Sözleri mıh gibi manifesto gibi:

biz, rayında tren gibiyiz,
istersen binersin, istersen inersin

biz, bir nehirde su gibiyiz,
istersen içersin, istersen geçersin

gel ya da gelme, bizi düşünme,
biz hep burdayız
sev ya da sevme, istersen görme,
biz hep aşktayız
hayat, denizde dalga gibidir,
bazen yükselirsin, bazen devrilirsin

aşk, senin kalbinde saklı,
bulduğun belki sensin, belki de sen değilsin

gel ya da gelme, bizi hiç düşünme,
biz hep burdayız
sev ya da sevme, istersen görme,
biz hep aşktayız!



                 Aaah güzel İstanbul filmini  biliyor musunuz? Seyretmeyeni yaş odunla kovalarım! Orada Sadri Alışık ile Ayla Algan arasında şu diyalog geçer:

Ayşe: Ne yapacağız şimdi bundan sonra?
Haşmet: Bilmem. yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma, Dünya'da her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.
......................
Gerisi teferruat!  Aşk olduktan sonra, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.  Sevin ya da sevmeyin isterseniz görmeyin ey faniler!   Ya siz neredesiniz? Toplantıda, trafikte, mülakatta, avm'de, soyunma kabininde, süpermarkette cips reyonunda, televizyon karşısında? Peki ...

Sami Baydar...



Ne resmiyle tanışmışlığım vardı ne şiiriyle. Bugüne kadar... Utandım.  29 Ekim'de ölmüş. Ölenlerin izini sürüyorum ne zamandır. Beşir Fuad, Tezer Özlü, Didem Madak, Nilgün Marmara, Neşet Ertaş, Ulus Baker, Turgut Uyar, Tanpınar, Yavuz Çetin, İan, Louis, Amy, Virginia, Şemsa halam... Kimini ölmeden önce tanıdım, kimini öldükten sonra... Belki de aslında  hiç birini hiç... Tanıyorum dediğimiz her insanın aslında bize gösterdiğini biliyoruz daha fazlasını değil. Kendime yakın hissettiğim ne kadar insan varsa öldü ölmüş ölüyor  geriye böyle güzellikler kalıyor şiirler resimler ama onları yaşatmaya yetmiyor avutmaya yetmiyor bir nefes daha için... Ne var ne yok diye sorarken ben kendime bunca zamandır bir kitap yazmış meğer. Adı: "varla yok arasında" ...

O yeri biliyorum artık cevabı da buldum. Bir başka kitabının adında. Dünya'dan çıkış yolları... Onun da dediği gibi 'rüyalarsa dünyadan çıkış yolları'. Neyse ki hâlâ rüyalar var!
Geçen gün Yiğit'i uyutmadan önce okurum diye aldığım kitapların birinden tiksindim. Güzel çizimleri vardı. Adı Tilki ile doktor kurbağaydı ne kadar kötü olabilirdi ki. Arkasında siz sevgili çocuklar için seçtiğimiz muhteşem bir fabl serisi falan yazıyordu. Kapağını açıp okumaya başlayınca tek bir masaldan  değil kısa kısa fabllardan oluştuğunu fark ettim. Her sayfanın altında da üzerinde ders yazan bir kutucuk vardı. Fablı okudum  saçma sapandı anlam veremedim derse gelince 'Unutmayın, size daha önce kötülük yapanlar sonradan yine yapabilir' yazıyordu. Sinirimden kitabı yiyecektim. Ne yapacağımı bilemedim. Neydi ki bu! Şimdi bugün Sami Bayraktar'ın öldüğünü öğreniyorum resimler yaptığını şiirler yazdığını benim memleketimde yaşadığını ve bir resmine koyduğu beni dakikalarca ağlatan o adı...

Ve evet! Ben de bir resmine koyduğu ad gibi 'Aptal değilim kendimden çok başkalarına güveniyorum.'!

Aşk

Ben, kaplumbağaların çıldıramasında
işe yaramaz kanıtların sahibiyim.
Günlerce bir deniz kıyısında yürüdüm
bilmiyordum yüreğime bir gün
anımsanan insan gücü saklanacak.
Hiç belirtmeyecek bunu tanrı
zaman mutluluk verecek
yaşam iki dakika içinde
anlamadığım şeyleri yok edecek.
ve sen bir yaprak gibi yumuşayacaksın
benim sustuğum yerde.
Ve odaları olanların ürküsüyle
karanlıktan kopacaklar yürekler.
Sanki kısa bir zamandır seni bekleyen
bir bira gibi köpük içinde.
Bir mutluluk daha unutuyor o eski dilli sevgilim
eski rüyalara bakarak.
Ve dinliyor şimdi sözümüzü
hep peşimizden izimizi sürmüş bir gelecek.
O da çiçeklere terk edildiği zaman
bozulmasın dostluğumuz
kötü davranan rüya olsa bile.


                                                       Sami Baydar

Dünya İnancı

ayla aramızda bu görünen deniz
kısa dağlar yok
başka bir uzaklık var
onun aysarlığında var

maddeye dönüşmüş
yanıma dek gelen engebeye bak
kuş uçumu dedikleri uzaklığa bak-

eğer kıvrımlardan çatlamadıysa
başımın altındaki yastık
ayışığından kurumadıysa gitarım
kabımdaki sütü içmediyse aslan

kalbim her renkte çizgiyle
almıştır bu gece kanıma ayışığını
burada düş görmediğime inan
aslan seni bekledi-

bir güneş dönüyor sana
senin bir düşün olsun, bunu al-
                       
                                                       Sami Baydar

30 Ekim 2012 Salı

Balina

Çok mutsuzdum köpekler kadar! Canım sıkılıyordu kuş mu vursaydım ya ne yapsaydım!

Madem buralara kadar geldik Gülten Akın eksik kalmasın kapansın!


Balina

Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim
dalıp çıkmalarım "orda bir şey"e dönüktü
kaç kez bir şey, başka bir şey
sıçradım hem yittim
hem belirlendim
derin durdum, teknenin altına girdim
sarstım
sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu
sustum düşe düştüm
senin mi kan, yaralarımdan mı
hey kaptan
ne balinayım ben şimdi inadı içinde 
ne senin mavi balinan

29 Ekim 2012 Pazartesi

biraz daha uyu, biraz daha yat, kahve iç!


O kadar!

Az önce yağmurun cama vuran sesiyle sıçradım. Dışarıya astığım çamaşırları hatırladım. Kalktım topladım. Sonra camın kenarında durup öylece seyrettim, ıslandım yağmurlu  şarkılar geldi aklıma yağmur ağlıyor diye başlayan saçma sapan bir şarkı sonra dinle yağmuru dinle teselli bul türküsünde diye bir şarkı daha. Sonra dedim ki içimden s.ktirin gidin! Yağmurun ağladığı da türkü söylediği  de yoktu. Yağıyordu. O kadar! Perdeyi çektim içeri girdim. Gittim dışarı çamaşır asan komşuyu aradım. Yağmur yağıyor toplasan iyi olur dedim. Teşekkür etti.
İstanbul'da hava 24 derece bulutlu ve yağmur yağıyor. O kadar!

kışın bana yaptıkları...


I

Seni bir boşluğa attım
gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık
boşluk sesi ol...
hoşluk sesi ol...

sonra dönüp üz beni.

Yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
Yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. Fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. Sandalyenin ucuna oturmuştum.
Gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa, salondan
da uzağa, o yok yere bakıyordu.


Seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol...
hoşluk sesi ol...


gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.


II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle

sabrımın son parçasını da yedim
az önce.


hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.
hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil,
vaktim yok,
baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce.

III

seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana
yılları ve yolları, limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini,

hiç gerekmeyen yıllarda huzur,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.

seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını, çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü,
yani kısacık sürdüğünü, oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım?


IV

kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.

kalbim
demir masanın küfü, örtünün yırtığı

camın kırığı, patlayan freni hayatımın
kalbim, anla, bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.


Birhan Keskin (evet! yine! )

salyangoz

İçimdeki taş yerinden kımıldadı.
Göğün altında,
yerin telef edilmiş yüzünde
bir papatyanın "olmaz" yaprağına düştüm.
Ben sustuysam söz de sussun. Olmadı,

taşındım ertesi gün "olur" yaprağına.
Orada büyüttüm hatırayı,
oradan düştüm.
Hatıra da unutsun kendini koyuluğunda.

Beni gel beni bul beni al,
istediğin yerde uyut bendeki hatırayı
istedim.

Vardığım yer bir uçurumdan kekeme,
gümüşten ipliğim azaldı-
susmaya unutmaya uykuya
yelteniyorum.

                                            Birhan Keskin

Hüsn-ü aşk

"Tedbirini terk eyle takdir Hüdânındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır."

Şeyh Galip Dede Efendi

23 Ekim 2012 Salı

Rima...

Bıkmadan dinlediğim etrafımdakileri bıktıracak kadar çok söyleyip  sevdiğim kıymetlilerim!
 
 
 
 
 
 
 
 

Meli!

Meli
Nipki e la hali
Meli mel arani e la hadil hal!
 
 
 
 

Souad geliyor!

Sonbaharı seviyorum kışın ve baharda doğanları saymazsak en sevdiğim insanlar hep sonbahar doğumlu! En sevdiğim roman yazarı yeni kitabını bitirdiği halde çıkarmak için sonbaharı bekledi.Bkz İ..O. Anar.Sevdiğim bütün hatun kişiler sonbaharda şehrime geliyor. Souad Massi, Natasha Atlas! Kışın Chinawomanı saymazsak. Gitmesem de görmesemde orada bir Souad var uzakta! Oysa Souad said saadet.... hepsi ne kadar uzaktı! Olsundu...





halas!

Kafes...
 
 

15 Ekim 2012 Pazartesi

bölümlemeler

Ağaçlara ilişkin kimsenin bilmediği bilgiler vardır. Onlara "bekleyenler" adının verilmesi istendi gerçi. Ama nefretle karşlandı bu öneri ve "eşyanın gerçeği epik bilimin romantizmidir" denmekle yetinildi. Yalnız sözcüklerle bilen, ama bu sözcüklerin gösterdikleri eşyayı bilmeyen, gene de sözcüklerle onların göstediği eşya arasında kesinkes bir benzerlik olduğunu söyleyen, ancak bu benzerlikte hangisinin bir anda ve bir arada doğduğunu, ama ayrı tanrılardan yaratıldığını, bu tanrıların ise birbirlerini hiç görmediklerini, tanımadıklarını, buna karşın birbirlerini yadsıdıklarını ileri sürenlere karşı hiçbir zaman tür adlarını tutmadım. anlamak beni mutsuz kılıyor, anlamadığım kitaplarla yaşayabiliyorum. Merdivenli suların camı. Masa ile iskemleyi hep bir arada düşündüm, böylece ikisi de yok oldu, geriye bağıntıların imgesi kaldı. Bağıntıların canı vardır, ürerler ve mantığı yaratırlar. Biçim dizileri özlemin ikincil putudur. Çünkü insanoğlunun sonu geldi. Bunu bağıra bağıra söyleyelim. Yıldızlar olmasaydı gökyüzü de olmazdı denkleminin yanlışlığı, iç nitelikle dış niteliğin karıştırılmasındandır. Bütün bilgilerimizin yanlış olduğu oraya çıktı, bizi aldattılar, çünkü bölümlemeler yanlıştı. Söz gelişi "çayır" gerçekte üçe ayrılır. Bunlar, "Fırtınanın çayırı", "Öğlenin çayırı" ve "Ölümlerin çayırı" adlarını taşırlar. Fırtına ise beşe: "Yıkanmış fırtına", "Geçmişi ormana takılı fırtına", "Umutsuz fırtına" ve "Tarihini yok etmiş fırtına"dır. Çünkü dört beştir. Toprak ise yalnızca Bir'e ayrılır ve Bir iyidir. Çünkü nedensellik yasasının kaynağını oluşturur. Yağmur eklemlidir. Şimdi ölümleri bölmeye başlayalım: "Padişahların ölümü", "Delilerin ölümü", "Cücelerin ölümü", "Kızoğlankızların ölümü" ve "Doğmamışların ölümü"... Kaç etti? Altı mı? Gerçekte yedi olması gerekiyordu. İşte o yedinci ölüm unutuldu ve kılık değiştirerek bir denklem içinde matematikte boy gösterdi: p/q=ne p, ne q. Tükenmez selin meşeli ağırlığı ve kış sellerinin uçuşu, yaz göllerinin güneşi, yaz olmuş kırağ, güneş dorukları... Tümünü unuttum. Nesnelerin toplamı bir im biçimidir ki, karşılığı gösterilmez. Tümceler arasında anlam farkı yoktur, ancak kendi bulduğumuzu anlayabiliriz. Bu da bağımsızlık ve yalnızlık demektir. Bir tümcenin içindeki sözcükler sonsuza eğin yer değiştirebilirler. Bunu denemeye değer. Tanımlama tüketti beni. Yinelemeden ise nefret etti. Bizi aldatan, günlerin, ayların, yılların yinelenmesi oldu. Oysa yinelenen hiçbir şey yoktur. Bunu biliyorum.

Melih Cevdet ANDAY

nostalgia!


algia!

 
 
 
 
 
 
 
 
 

12 Ekim 2012 Cuma

nostos!


Her şeyin sonundayım


 Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini bilmiyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım.Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim.

Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten. Hem de nasıl ürküten!

Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz.

Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgınlık dünyasının en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğunu yaptım. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, tüm gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.

Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez,kahvelere otur- artık hiçbir yerdesin.

Tüm raylardan git, denizin her türlü grisinin tadını çıkart.Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. Oluşumunu yaratan spermalara dek geri gidebilir düşüncen. Kendi embriyonluğunu anımsayabilirsin, annenin karnında geçirdiğin ayları, orada kalıp gün ışığı görmek istemeyişini. Çılgınlığın evreninde yükselmeye başladığın anlar ne büyük acı verir. Gövdenin ayrıdığı anlar.

Otuz yaşım ile kırk arasında ne akıllı ne de çılgındım. Bu ikisinin ötesinde kalıp olup bitene seyirci oldum ve dünyayı kavradığımı sandım. İlk kez gördüm denizlerini. İlk kez güneşin altında yattım. Gecelerinde dolaştım.Bir çocuk bile doğurdum, benim anneme yabancı olduğum gibi o da bana yabancı. Evet dünyayı kavradığımı sandım. Politikası, toplumsal yapıları, sömürenleri, sömürülenleri ile ilgilendim.Ben ne sömüren ne de sömürülendim. Kırk yaşımda başlamam ya da bitirmem gerekeni bitirdiğimi sanıyordum. Bir insan yaşamı kırk yılda olabilir.. Olmalı. Bir ölüm özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum.. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarladığım çevresinde dönen bir yolculuğun.

Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımla yeniden açıkıyorum.Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum.Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umarsamazlıkla dolaşıyorum.Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.


Berlin 31 Ekim 1982

“Hiç kimseyle birlikte yaşlanmak istemiyorum. Kendimle bile…”

“İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.”

Tezer Özlü

 
 

26 Eylül 2012 Çarşamba

parça tesirli

 
Geçen bir yerde okudum Bukowski gündüzleri asla yazmazmış. Gündüz yazmak alışveriş merkezinde çırılçıplak koşmak gibi bir şey demiş. Gülümsedim.  Teşhirci miyim deli miyim neyim! Ben gündüzleri çok erken saatte yazarım genellikle zaten sabaha kadar uyuyamamış kafamın içinde ters takla düz takla atan amuda kalkan kelimelerle sabah sporumu çoktan tamamlayıp kaslarımı ısındırmış olduğum için midir nedir bi çeşit yüz yıkama gibi bişey ne bileyim. Bukowski bir de Li Po adında Çinli bir şairden bahsetmiş. Şiir sevmiyormuş ama ve lakin bu adam üç dizeyle  kendi bokuyla on dört on onbeş sayfa yazan adamın veremeyeceği duyguyu verirmiş falan filan. Pek fazla olmamakla birlikte baktım bizim Li  Po ne döşenmiş diye naif dizeler sevdim. Lakin şiirden her türlü kaçmak gerek bence. Niyesi şu, şiir kötüyse insanı değil şiirden,  şairden yazardan edebiyattan hayattan soğutur. Gel gelelim herkes gelsin, şiir iyiyse insanın tenine yapışır sülük gibi. Heee acıyı ağrıyı alır mı sülük gerçekten bir tedavi yöntemi sayılır mı bilmiyorum. Nebileyim ben ya Jospi! Mesela Birhan Keskin seni yazmasaydı ve ben seni okumasaydım topuk dikeni olur muydum yine bilmiyorum. Hayatın garip bi dengesi o dengeler bütünün içinde garip bi çelişkisi var. Geçen bi dostumla bir belgeselden konuştuk o belgeselde bahsi geçen mitolojik ve zamanı için çok ağır anlamları olan iki dövmeyi hiç farkında olmadan senelerce bedeninde taşımış olmasından, bazı insanların isimlerinden, isimlerinin anlamlarının hayatları üzerindeki etkisinden konuştuk. Sonra düşündüm çok, gelincikleri, süveyda'yı anlamını anneannemi sonra annemi ve taşları...  Başka dilleri düşündüm bi de bunu araştırmam lazım. Başka dilde taşımak fiilinin kökü de taş mıdır acaba. Her taşınan taş kadar ağır mıdır? Bazı taşların varlığı seni rahatsız etse bile yerinden asla kıpırdatmaman gerektiğinden çekersen üzerine yuvarlanacak çığı göze alman gerktiğinden bahsettim sonra kendime...  Sonra Nilgün Marmaranın dizeleri "Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."

Ece Temelkuranın bir yazısı geldi aklıma sonra.

Taşı delip çıkan çiçekler taşla hesaplaşır
Taş durur, çiçek yürür
Aslında uzun düşmanlıklar da bir sadakat meselesidir
Yani çiçek de taş da birbirini bilir.
Ama esas mesele yoldan geçen birinin yani öylesine geçiverirken
Çiçeği koparabilme ihtimalidir
Taştan çıkan çiçeğin asıl göze aldığı budur.

Gelmesin artık bir şey aklıma aklım kendine gelsin dönsün otursun yanımdaki sandalyeyi çeksin kalk bi çay koy desin ama gelmesin aklıma bir şey... Şarkıdaki gibi o kül gibi deniz o sessiz kız kayıp bir sandala binip gitsin! Sussun konuşmasın artık ne olur!


11 Temmuz 2012 Çarşamba

İnsanlık için 8 dakika

 Yer, prensler lordlar dükler ve hali hazırda Alice’in harikalar diyarı İngiltere’nin Nottingham şehri. Kolunu kaldırsan bir asile çarparsın Maazallah! Kraliyet topraklarında öyle bir olay oldu ki medeniyete halel geldi. Bu kez söz konusu olan asalet değil bildiğin rezalet. Hadiseye gelince olay bizim coğrafyamız için neredeyse günlük hayatın bir parçası haline gelen duyunca artık tek bir tüyümüzü bile diken diken etmeyecek kılımızı kıpırdatmayacak kadar normalleştirdiğimiz bir eylem ‘tecavüz’. Kulağa inanılmaz geliyor değil mi? İngilizler benim senin gibi yaşayan insanlar değiller tamam iki gözleri iki kulakları var ama nezaket akıyor paçalarından Amerikalılar gibi değiller ahbap demezler İtalyanlar gibi kavga eder tonda şakalaşmazlar bizim gibi tanıdık tanımadık her orta yaş adama işleri düşünce dayı diye seslenmez öyle kolay kolay enseye tokat kıvamına gelmezler. Hep bir mesafe. Adada yaşayanlara özgü olduğundan şüphelendiğim enteresan bir dört yanım deniz ben de yalnız bir adayım nihayetinde hissiyatıyla bir soğukluk hali. Misal bir kahvede su isteseler yalvarıyorlar sanırsın öyle bir cümle kalıpları nezaket halleri var. Adını hatırlayamadığım yazarın biri (beni affetsin) nezaket iletişimsizliğin sanat için sanatıdır der. Bu kez nezaket de iletişim de çark etti ve bir otobüs dolusu insan toplu  tecavüze bulaştı.
Türk lirası olarak 50 kuruşla ifade edebileceğimiz kadar parası çıkışmadığı için binemediği otobüsün şoförüne gecenin bir vakti yolcuların muhtemelen o an yumdukları ve başka yöne çevirdikleri gözleri önünde tam 8 dakika boyunca yalvaran hukuk öğrencisi kız evine yürüyerek gitmek zorunda kaldı ve sokak ortasında uyuşturucunun etkisindeki saldırgan tarafından dövüldü, tecavüze uğradı.
Saldırgan Moran (ben Tek harf değişikliğinde herhangi bir beis görmeden Moron demek istiyorum yüksek müsaadenizle) bölgeye yaklaşan polis aracını görüp paniğe kapılmış ve kızın kurtarıcısı gibi davranıp polise parkta yaralı bir kız gördüğünü söylemiş. 19 yaşındaki saldırgan Moron’un zekası ve hayal gücü olayı daha fazla gizlemeye yetmeyince de polis tarafından yakalanmış. Hasıl kelam, uzun süredir İngiltere gündemini meşgul eden dava sonuçlandı ve elbette yalnızca saldırgan suçlu bulundu. Olayın asıl civcivli kısmına geliyoruz ki beni en çok bu demeç zıvanadan çıkardı. Davaya bakan yetkililerden biri olan dedektif Rob Griffin sokak kamera kayıtları incelendiğinde kızın 8 dakika boyunca otobüs şoförüne kendisini alması için yalvardığının görüldüğünü söylemiş ve şu incileri dökmüş “Bir açıdan düşündüğünüzde otobüs şoförünü de suçlu bulabilirsiniz. Fakat o kız olmasa Moron bir başkasına saldıracaktı. Dolayısıyla bu olaydaki tek suçlu Moron’dur.
Dedektifin kafasının çalışma prensibine hayran kaldım! Katmalı ve aslında kolektif bir vahşeti görmezden gelip aramızdan en çirkin suratlısını suçlayıp cezalandırma refleksi vicdan azabının acil çıkış kapısından başka bir şey değil.

8 Dakika

Sahi ne ifade ediyor sizin için? 8 dakikada duş alabilirsiniz. Traş olabilirsiniz Omlet yapabilirsiniz sonra evinizden kullandığınız toplu taşıma aracına yürüyebilirsizin. Cüzdanınızı evde unutabilirsiniz paranız çıkışmaz tam 8 dakika şoföre yalvarırsızınız ve vicdanlarını muhtemelen suratlarındaki siyah habis bir benden kurtulmak ister gibi bir ameliyat masasında aldırdıklarından zerre şüphe duymadığım insanların tanıklığında inersiniz yürürsünüz ve belki de lanet bir sekiz dakika sonra gözü dönmüş birinin tecavüzüne uğrarsınız. Ve belki yalnızca 8 dakika sürer!    

Önümüze gelene bin tekme
Hadi dökülelim o kıza o Moron tecavüz etmedi yalnızca Bir otobüs dolusu insan tecavüz etti. Belki o şehirdeki her araca cüzdanını kaybeden parası yetmeyen insanlar için bilet  yerine gerekirse sonradan ödenmediği takdirde para cezasına dönüştürülebilen sınırlı ve şartlı bir geçiş hakkı sağlasalardı bu olay hiç yaşanmayacaktı. Medeniyetin ve çağdaşlığın demirbaşı sosyal devlet vatandaşını yolda bırakmamalı. Bırakıyorsa sonuçlarına katlanıp suça ortaklığını kabul etmeli.
Aynaya bakmadığımız müddetçe  görüşümüz netleşmeyecek ve ilk eşikte içimizin isinden kararan aynı utanç duvarına toslayacağız.
Adorno’nun da dediği gibi ‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz’ . Ve insanlık olarak bir yerde çok sağlam bir yanlışımız olduğundan adım kadar eminim.
Muhtemelen memleketimin pek yardımsever pek vicdanlı vatandaşları bu topraklarda Pippa’nın başına gelenleri çabuk unutup bu haberi gazetelerde internet sitelerinde seyredip medeniyet ölmüş arkadaş Avrupa’ya bak demek onlar da yapıyor diyecek. Peki bu tutum ne kadar sağlıklı?. Barış yürüyüşü sırasında 2008'de Gebze'de tecavüz edilip, öldürülen Pippa Bacca'nın katiline uygulanan "hafifletici sebepler" indirimi, ile Bacca'nın katilinin aldığı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, 30 yıla indirildi ve karar Yargıtay'ca da onandı.

Herkes dönüp kendi uyuzunu kaşımalı. Gerçek şu ki biz burada bir halt ettik İngilizler de temiz değilmiş diyerek durumu eşitlemiş falan olmuyoruz! Kaybeden insanlık ve bir skor söz konusuysa insanlık iki sıfır mağlup!

Erdem kimin adıydı?

Dünyanın selameti için teknolojiden çok adalete ihtiyaç var. Sosyal devlet kadar  vicdan ve merhamete ihtiyacı var. Kadın politikacıların bile duygusal davranarak yanlış(!) kararlar almamak için artık testosteron hormonu iğneleri yaptırdığı bir dünyadan söz ediyoruz! Duygularla hareket etmeyi zaaf kabul eden insanların yaşadığı bir dünyadan. O da gecenin bir körü ne yapıyormuş sokakta kesin dekolte giyinmiştir tahrik unsuru var diye düşünen insanlar, bu fikirleri onaylayan kararlarla suçluların cezalarında indirim uygulayan mahkemeler var! İnsanlar iyilik yapmaya gerek duymuyor kötülük yapmadıkları müddetçe kendi ahlak terazileri dengelenir sanıyorlar ama kötülük her an kapı girişinde iyiliğe de bir misina ile bağlı şeffaf ve güçlü üstelik.

Rivayete göre adamın biri çölde devesinin üzerinde yolculuk ederken önüne bir bedevi çıkar. Bitkin ve susuz olduğundan yakınarak deve sahibinden su ister. Adam bedeviyle suyunu paylaşır, adam deve üzerinde önde bedevi arkada ilerlerler. Bedevi sıcağa ve yorgunluğa dayanamaz adama devene bir müddet binebilir miyim diye sorar. Adam iner bedevi deveye biner ve uzaklaşarak deveyle kaçmaya yeltenir. Deve sahibi bedevinin kaçmasına izin verir ama arkasından seslenir. Sakın kimseye söyleme!. Bedevi neden diye sorar. Bu yaptığını başkalarına anlatırsan gerçekten bitkin ve susamış insanlara kimse yardım etmez. Anlatma lütfen!
Üzgünüm ama öyle çok anlattı ki o bedevi, kimse kıçını o develerden indirmiyor. Kimse kimsenin samimiyetine inanmıyor. Her semtin meşhur bir dilencisi vardır aslında son model arabası ve bankada yüklü parası olduğuna dair efsaneler dolaşır. Kolu vardır ama numaradan yok gibi yapıyordur. Yazık ki kötü niyetli bedeviler çoğaldıkça iyilik azaldı.
Yardımlaşmanın azaldığı yabancılaşmanın ve bireyselleşmenin kuşattığı her toplumda kötülük çiçeği daha hızlı boy verir. 

Bukowski der ki "ortalama insanda herhangi bir günde herhangi bir orduya yetecek kadar ihanet, nefret, şiddet ve saçmalık vardır.’ Asıl mesele ortalama insanın bu kötücüllüğünü harakete geçirecek şartları ortadan kaldırmaya çalışmak.

Sanatın bütün argümanları kötülüğü sorgular. toplumdaki çarpık adalet anlayışını Raskolnikov karakteriyle irdeleyen Dostoyevski; kötülüğü ve kötülük sonucu insan vicdanının yaşadığı azapların her türlü hukuki cezadan daha etkin olduğunu ileri sürer.  Karamazov Kardeşlerin bilgesi Zosima Dede: “Dünyadaki tüm kötülüklerin, insanların işledikleri günahların bile tek sorumlusu bizleriz. Bunun bilincine varan rahip, hatta insan, yaşamasının amacına ermiş demektir.” Der.
.
Kafka romanlarında, öykülerinde sahici kötü bir karakter yoktur., Kötülüğün bir kişiye indirgenemeyecek kadar kompleks oluşunu düşünen Kafka, Dava romanında okuyucuya kötülüğün baş aktörünü vermez. Onun için kötülük tek bir elden çıkmaz, birçok insan bu kötülüğe ortaktır.

Bugüne kadar sebepsiz şiddet örneklerinden diye nitelenen Haneke filmlerinde, Otomatik Portakal’da Serdar Akar’ın Barda’sında bile şiddetin bir alt metni var; ister sistem düşmanlığı deyin ister servet düşmanlığı ister otorite karşıtlığı ister dışlanmışlık ister yabancılaşma. Şiddete meyyaliz ve bu sistem bunu destekliyor.

Kızların sağ salim evlerine dönmediği huzurla yataklarındaki uykuya değil sokakta soğuk bir taş üzerinde ölüme yattığı bir dünyada yaşamak istemiyorsak hayal ürünü mutlu sonların yerini hayat ürünü mutsuz sonlara bıraktığı, iyilerin kazanmadığı filmleri seyretmekten bunaldıysak kullanılmamaktan küflü, tozlu, paslı vicanımızın kapısını aralayarak  huzur bulabiliriz.

Şarkıdaki gibi People just aint no good ya da Masum değiliz. Hiç birimiz!