26 Eylül 2012 Çarşamba

parça tesirli

 
Geçen bir yerde okudum Bukowski gündüzleri asla yazmazmış. Gündüz yazmak alışveriş merkezinde çırılçıplak koşmak gibi bir şey demiş. Gülümsedim.  Teşhirci miyim deli miyim neyim! Ben gündüzleri çok erken saatte yazarım genellikle zaten sabaha kadar uyuyamamış kafamın içinde ters takla düz takla atan amuda kalkan kelimelerle sabah sporumu çoktan tamamlayıp kaslarımı ısındırmış olduğum için midir nedir bi çeşit yüz yıkama gibi bişey ne bileyim. Bukowski bir de Li Po adında Çinli bir şairden bahsetmiş. Şiir sevmiyormuş ama ve lakin bu adam üç dizeyle  kendi bokuyla on dört on onbeş sayfa yazan adamın veremeyeceği duyguyu verirmiş falan filan. Pek fazla olmamakla birlikte baktım bizim Li  Po ne döşenmiş diye naif dizeler sevdim. Lakin şiirden her türlü kaçmak gerek bence. Niyesi şu, şiir kötüyse insanı değil şiirden,  şairden yazardan edebiyattan hayattan soğutur. Gel gelelim herkes gelsin, şiir iyiyse insanın tenine yapışır sülük gibi. Heee acıyı ağrıyı alır mı sülük gerçekten bir tedavi yöntemi sayılır mı bilmiyorum. Nebileyim ben ya Jospi! Mesela Birhan Keskin seni yazmasaydı ve ben seni okumasaydım topuk dikeni olur muydum yine bilmiyorum. Hayatın garip bi dengesi o dengeler bütünün içinde garip bi çelişkisi var. Geçen bi dostumla bir belgeselden konuştuk o belgeselde bahsi geçen mitolojik ve zamanı için çok ağır anlamları olan iki dövmeyi hiç farkında olmadan senelerce bedeninde taşımış olmasından, bazı insanların isimlerinden, isimlerinin anlamlarının hayatları üzerindeki etkisinden konuştuk. Sonra düşündüm çok, gelincikleri, süveyda'yı anlamını anneannemi sonra annemi ve taşları...  Başka dilleri düşündüm bi de bunu araştırmam lazım. Başka dilde taşımak fiilinin kökü de taş mıdır acaba. Her taşınan taş kadar ağır mıdır? Bazı taşların varlığı seni rahatsız etse bile yerinden asla kıpırdatmaman gerektiğinden çekersen üzerine yuvarlanacak çığı göze alman gerktiğinden bahsettim sonra kendime...  Sonra Nilgün Marmaranın dizeleri "Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."

Ece Temelkuranın bir yazısı geldi aklıma sonra.

Taşı delip çıkan çiçekler taşla hesaplaşır
Taş durur, çiçek yürür
Aslında uzun düşmanlıklar da bir sadakat meselesidir
Yani çiçek de taş da birbirini bilir.
Ama esas mesele yoldan geçen birinin yani öylesine geçiverirken
Çiçeği koparabilme ihtimalidir
Taştan çıkan çiçeğin asıl göze aldığı budur.

Gelmesin artık bir şey aklıma aklım kendine gelsin dönsün otursun yanımdaki sandalyeyi çeksin kalk bi çay koy desin ama gelmesin aklıma bir şey... Şarkıdaki gibi o kül gibi deniz o sessiz kız kayıp bir sandala binip gitsin! Sussun konuşmasın artık ne olur!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder